18 Eylül 2016 Pazar

GONCAGÜL SUNAR

Henüz çocuk yaşımda her Salı akşamı ekrandan gördüğüm bir yüzdü. Yaşım kaçtı hatırlamıyorum. 5 6 yaş civarı diyelim.   O zamanki aklımla oldukça komik bulduğum, 25 yaşımda bende uyandıracağı tek hissin “nostaljik” olacağı bir mahalle dizisinde gözüme çarpmıştı. Kahverengi, uzun ve dalgalı saçlı kız. Yıllar sonra oluşacak uzun ve dalgalı saç takıntımın ilk sinyalleri daha o zaman verilmiş aslında-  Evet, uzun ve dalgalı saçları vardı.  Doğal olarak sevmeliydim. Birde giydiği kalın kazaklar kazınmış hafızama. Dizideki onca karikatürize, karakter arasında en normal, en sakin, belki de en sıradanıydı bu uzun ve dalgalı saçlı kız.  Farklıydı. daha da sevmeliydim. Elinden düşmeyen ders kitaplarıyla, dilinden düşmeyen “usta”sıyla bir süre sonra diziyi izleme sebeplerim arasında zirveye oynamıştı. Yıllarca sürmüştü dizi. Uzun ve dalgalı saçlı kız mezun oldu. Sevindim. Öğretmen oldu. Sevindim. Ancak bir sorun vardı, uzatmalı eczacı sevgilisiyle bir türlü evlenmiyorlardı.  Dizideki diğer karakterler evlenip, çoluk çocuğa karışırken uzun ve dalgalı saçlı kıza bu mutluluğu çok görüyorlardı. Sonra bitti dizi ve uzun ve dalgalı saçlı kızın bir yuva kuramamış olmasının üzüntüsü kaldı içimde çocuk aklımla.
Aradan az bir zaman geçti. Bir akşam ortalığı kasıp kavuran  Konak’lı diziyi izliyordu ev ahalisi. Kaçıncı bölüm olduğunu bilmiyorum, konağın mutfağında senkronize olarak yemek ve dedikodu yaparken ilişmişti gözüme. Fakat uzun ve dalgalı saçları gitmişti. Başında yemenisi, yemenisinin altından görünen kızıl saçları vardı. Şaşırmıştım önce, ama bu şaşkınlık kısa sürede onu yeniden ekranda görmenin ve görecek olmanın verdiği mutluluğa dönüşmüştü. Üniversiteli Goncagül gitmişti artık, yerine yemenisiyle ve yüzündeki hınzır gülümsemesiyle Hayriye gelmişti. Üstelik bu sefer daha komikti. Sevmeliydim. Bir akşam bir programda Konak’ın Hayriye’si elinde gitarıyla şarkı söylüyordu. Şarkı söylüyordu  ve sesi su gibiydi. Daha da sevmeliydim.  Asmalı Konak efsanesi bitti. Hayriye evlendi, çocuğu oldu. Bu sefer mutlu bırakmış olmanın verdiği rahatlıkla gözüm arkada değildi. :)
Birkaç yıl geçti aradan. Artık 14 yaşında koskoca bir ergendim. Sıcaktan buharlaşmak üzere olduğumu hatırladığım bir akşamıtelevizyondan tanıdık bir ses duyuldu.  Ekrana bakınca elinde mikrofonuyla pavyonda şarkı söyleyen kadını tanımam zor olmamıştı. Yine bambaşka bir kadın olarak çıkmıştı karşıma. Yine aynı şaşkınlık. Yine aynı mutluluk. O şarkısını söylerken, efkârı, kırgınlığı, küskünlüğü ve aşkı dökülüyordu odanın orta yerine. Hikayesini bilmiyordum, ama kallavi bir hikayesi olduğu aşikardı.  Elinde mikrofonuyla sahnede “Dert Bende” diyordu.  Evet,  kocaman gülümsüyordu ama belliydi. Dert ondaydı. Sultan’ın da dediği gibi; Yalandan kahkahayı iyi kıvırırdı çünkü Canan.   Esas adı Emine’ydi. Canan sahne adıydı. Kendi deyimiyle, akşamları o kerevetten bozma sahnede şarkı söyleyen, masalara meze olan kızdı Canan. Tek yapabildiğiyse umut etmekti. Ne yazık ki umutları da, hayalleri de bir bir kayıp gitti ellerinden. Her bölüm daha da dağladı yüreğimizi. Dizinin finalinde ise tüm kaybetmişliğiyle çıkmıştı karşıma. Canan’a öyle güzel can vermişti ki… Artık bu kadının oyunculuğundaki kudreti görmüştüm. Sevmek yetmezdi. Hayran olunmalıydı ve daha sonra bürüneceği tüm kadınlar heyecanla beklenmeliydi.  O artık benim için sadece Uzun ve dalgalı saçlı kız, Hayriye ya da Canan değil Goncagül Sunar’dı.
Dizinin bitişini takip eden yazın sonunda yeni bir diziyle geliyordu Goncagül Sunar. Güz Yangını. İlk kez, hayat vereceği bir kadının hikâyesine en başından tanık olacaktım. Nihayetinde tanıştık Zülal’le. Kocasını aldatan, kibirli, gizemli ve entrika çevirmeye oldukça müsait bir kadındı Zülal. Keyifle izlenilesiydi yani, ama kısa sürmüştü dizinin ekran ömrü. Zülal’le vedalaşamamıştım bile.
Ardından en sevdiğim karakterlerden biri olan, saf Karadeniz kızı İklima,  sonra,  kıskanç gelin Rukiye, Cevher Hatun ve daha birçok farklı kadın olarak çıktı karşıma. Hepsini aldım ayrı bir köşeye koydum.  Kısacası, o her defasında yeni bir karakteri üzerine bir kıyafet gibi giydikçe,  “Sakın Korkma” , “Aşk Aldatır” dedikçe ben onu kat be kat büyüyen bir hayranlıkla izledim, dinledim.  
3 yıl kadar önce, belki de İzmir’in tarihindeki en soğuk gecelerden birinde, yüzünde tüm şehrin havasını ısıtacak kadar sıcak bir gülümsemeyle, kulisinde beni karşıladığı an bir gün teşekkür mahiyetinde bu yazıyı yazmayı kendime borç bildim ve bugün,  naçizane bir doğum günü hediyesi olarak bu yazıyı yazdım. Nice nice güzel, mutlu yıllara hayranı olduğum güzel insan.

twitter: @onem_onur


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder