Henüz çocuk yaşımda her Salı akşamı ekrandan gördüğüm bir
yüzdü. Yaşım kaçtı hatırlamıyorum. 5 6 yaş civarı diyelim. O zamanki aklımla oldukça komik bulduğum, 25
yaşımda bende uyandıracağı tek hissin “nostaljik” olacağı bir mahalle dizisinde
gözüme çarpmıştı. Kahverengi, uzun ve dalgalı saçlı kız. Yıllar sonra oluşacak
uzun ve dalgalı saç takıntımın ilk sinyalleri daha o zaman verilmiş aslında- Evet, uzun ve dalgalı saçları vardı. Doğal olarak sevmeliydim. Birde giydiği kalın
kazaklar kazınmış hafızama. Dizideki onca karikatürize, karakter arasında en
normal, en sakin, belki de en sıradanıydı bu uzun ve dalgalı saçlı kız. Farklıydı. daha da sevmeliydim. Elinden
düşmeyen ders kitaplarıyla, dilinden düşmeyen “usta”sıyla bir süre sonra diziyi
izleme sebeplerim arasında zirveye oynamıştı. Yıllarca sürmüştü dizi. Uzun ve
dalgalı saçlı kız mezun oldu. Sevindim. Öğretmen oldu. Sevindim. Ancak bir
sorun vardı, uzatmalı eczacı sevgilisiyle bir türlü
evlenmiyorlardı. Dizideki diğer
karakterler evlenip, çoluk çocuğa karışırken uzun ve dalgalı saçlı kıza bu
mutluluğu çok görüyorlardı. Sonra bitti dizi ve uzun ve dalgalı saçlı kızın bir
yuva kuramamış olmasının üzüntüsü kaldı içimde çocuk aklımla.
Aradan az bir zaman geçti. Bir akşam ortalığı kasıp kavuran Konak’lı diziyi izliyordu ev ahalisi. Kaçıncı
bölüm olduğunu bilmiyorum, konağın mutfağında senkronize olarak yemek ve dedikodu
yaparken ilişmişti gözüme. Fakat uzun ve dalgalı saçları gitmişti. Başında yemenisi,
yemenisinin altından görünen kızıl saçları vardı. Şaşırmıştım önce, ama bu
şaşkınlık kısa sürede onu yeniden ekranda görmenin ve görecek olmanın verdiği
mutluluğa dönüşmüştü. Üniversiteli Goncagül gitmişti artık, yerine yemenisiyle
ve yüzündeki hınzır gülümsemesiyle Hayriye gelmişti. Üstelik bu sefer daha
komikti. Sevmeliydim. Bir akşam bir programda Konak’ın Hayriye’si elinde
gitarıyla şarkı söylüyordu. Şarkı söylüyordu
ve sesi su gibiydi. Daha da sevmeliydim.
Asmalı Konak efsanesi bitti. Hayriye evlendi, çocuğu oldu. Bu sefer
mutlu bırakmış olmanın verdiği rahatlıkla gözüm arkada değildi. :)
Birkaç yıl geçti aradan. Artık 14 yaşında koskoca bir
ergendim. Sıcaktan buharlaşmak üzere olduğumu hatırladığım bir akşamıtelevizyondan tanıdık bir ses duyuldu.
Ekrana bakınca elinde mikrofonuyla pavyonda şarkı söyleyen kadını
tanımam zor olmamıştı. Yine bambaşka bir kadın olarak çıkmıştı karşıma. Yine
aynı şaşkınlık. Yine aynı mutluluk. O şarkısını söylerken, efkârı, kırgınlığı,
küskünlüğü ve aşkı dökülüyordu odanın orta yerine. Hikayesini bilmiyordum, ama
kallavi bir hikayesi olduğu aşikardı.
Elinde mikrofonuyla sahnede “Dert Bende” diyordu. Evet,
kocaman gülümsüyordu ama belliydi. Dert ondaydı. Sultan’ın da dediği gibi; Yalandan
kahkahayı iyi kıvırırdı çünkü Canan. Esas adı Emine’ydi. Canan sahne adıydı. Kendi
deyimiyle, akşamları o kerevetten bozma sahnede şarkı söyleyen, masalara meze
olan kızdı Canan. Tek yapabildiğiyse umut etmekti. Ne yazık ki umutları da,
hayalleri de bir bir kayıp gitti ellerinden. Her bölüm daha da dağladı yüreğimizi.
Dizinin finalinde ise tüm kaybetmişliğiyle çıkmıştı karşıma. Canan’a öyle güzel
can vermişti ki… Artık bu kadının oyunculuğundaki kudreti görmüştüm. Sevmek
yetmezdi. Hayran olunmalıydı ve daha sonra bürüneceği tüm kadınlar heyecanla
beklenmeliydi. O artık benim için sadece
Uzun ve dalgalı saçlı kız, Hayriye ya da Canan değil Goncagül Sunar’dı.
Dizinin bitişini takip eden yazın sonunda yeni bir diziyle
geliyordu Goncagül Sunar. Güz Yangını. İlk kez, hayat vereceği bir kadının hikâyesine
en başından tanık olacaktım. Nihayetinde tanıştık Zülal’le. Kocasını aldatan, kibirli,
gizemli ve entrika çevirmeye oldukça müsait bir kadındı Zülal. Keyifle
izlenilesiydi yani, ama kısa sürmüştü dizinin ekran ömrü. Zülal’le
vedalaşamamıştım bile.
Ardından en sevdiğim karakterlerden biri olan, saf Karadeniz
kızı İklima, sonra, kıskanç gelin
Rukiye, Cevher Hatun ve daha birçok farklı kadın olarak çıktı karşıma. Hepsini aldım
ayrı bir köşeye koydum. Kısacası, o her
defasında yeni bir karakteri üzerine bir kıyafet gibi giydikçe, “Sakın Korkma” , “Aşk Aldatır” dedikçe ben onu
kat be kat büyüyen bir hayranlıkla izledim, dinledim.
3 yıl kadar önce, belki de İzmir’in tarihindeki en soğuk
gecelerden birinde, yüzünde tüm şehrin havasını ısıtacak kadar sıcak bir
gülümsemeyle, kulisinde beni karşıladığı an bir gün teşekkür mahiyetinde bu
yazıyı yazmayı kendime borç bildim ve bugün, naçizane bir doğum günü
hediyesi olarak bu yazıyı yazdım. Nice nice güzel, mutlu yıllara hayranı
olduğum güzel insan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder