9 Aralık 2016 Cuma

Yeditepe İstanbul - "Tamam, bitti bu tuhaf insanların öyküsü"


   2001 yazında pazartesi akşamları, o yıllarda yayınladığı dizilerle altın çağını yaşayan TRT de bir dizi başlamıştı. Annemin severek izlediği, benimse sıkıcı bulduğum bu diziye yıllar sonra hayranlık duyacağımı hiç düşünmezdim o zamanlar.  Dizide bir kenar mahallede yaşayan daha doğrusu savaşan insanların öyküleri vardı. Kimi kendiyle savaş halindeydi, kimi hayatla. Kimi aşkıyla, kimi korkularıyla. Tabi bunu yıllar sonra dizinin tekrarlarını izlediğimde idrak etmiştim. Daha sonra kaç kez baştan sona izledim saymadım. Hala her sonbahar geldiğinde diziye, o tuhaf insanların hikayelerine bir yerinden dalıp giderim. Neden sonbahar bilmiyorum.  Belki de en melankolik, en şiirimsi mevsim olduğu için bağdaştırırım “Yeditepe İstanbul”la. Çünkü,  “Yeditepe İstanbul”  şiir gibi bir dizidir. Tatlı bir hüzün bırakıverir insanın içine. Aynı acılardan geçmesek bile mısraları can yakar. Yusuf’un dediği gibi; “Anlamlarını bilmeden dinleyip, sevdiğimiz şarkılar vardır ya, işte biz de öyleyiz. Sesin kıvrılıp büküldüğü yerde ıslanıyor gözlerimiz”

    Diziyi her yeni izleyişimde yeni bir cümleyi keşfederim. Belki  duyamadığım, keşfedemediğim, manasının derinliğini hala anlamadığım onca cümle dökülüyordur Olcay’ın ağzından, Yusuf’un kaleminden, Duru’nun parmaklarından,  Ali’nin suskunluğundan…  Böyle bir dizidir işte “Yeditepe İstanbul” Havva ana’nın buzdolabındaki biralar, Önem’in televizyonu, bahçedeki kayık bile çok şey anlatır insana… Hepsini anlamak için defalarca kez izlemek gerekir belki de. Bir defasında Lale’nin güçsüzlüğüne üzülürsün. Ötekinde Önem’in avluda kavga varken perdeleri kapatıp, müziğin sesini sonuna kadar açarak gerçek dünyadan kaçmaya çalışması yüreğini burkar. Bir diğerinde Ali’nin ağzından dökülen bir kelimeye Havva Ana kadar sevinirsin. Hiç şüphesiz her defasında yeni bir şey, yeni bir duygu bulursun.


 
   İlk izlediğim andan beri idrak ettiğim bir şey varsa, o da Zuhal Olcay’ın güzelliğidir. Tüm kaybetmişliğiyle, tüm yorgunluğuyla, tüm güzelliğiyle hayata sıkı sıkı tutunmaya çalışan Olcay. Bazen düşüyordu. Sonra daha dik kalkıyordu düştüğü yerden. Kalıp, daha emin adımlarla yürüyordu, hatta koşuyordu. Aşka zaman yoktu. Başka zaman da yoktu…  Bu yüzden göremedi Yusuf’u. Gördü belki de…  Başka yöne çevirdi kafasını. Durup bakarsa yavaşlayacağından korktu hep.

Olcay - Hiç anlamıyorum, sanki parti bitmiş de bizi burada unutmuşlar gibi.




   Yusuf ise aylaklığın kitabını yazmakla meşguldü. Edebiyata katkısı bu kadarla sınırlı değildi. Mahallenin tarihini de kağıda dökmüştü, ama edebiyat’tan hoşlanmayan bir rüzgar alıp uçurmuştu o satırları boğazın serin sularına. Kızmamak lazım Yusuf’un tembelliğine.  Kimse görmese de, anlamasa da bir amacı vardı tembelliğinin. Tembellik değildi onunki. Amacına ulaşmak için güç topluyordu belki de.  Kendisine “Serseri bir gezegenden ne farkın var senin? Bu gençliğinle, kuvvetinle ne yapacaksın?” diyen Havva ana’ya “Bir gün tüm gücümle aşık olacağım“ demişti. Olmuştu da. Hem de tüm gücüyle.  Güzel şeyler vadetmiyordu evet, ama güzel seviyordu Yusuf.

Olcay  - Seni hiç bu kadar kararlı görmemiştim Yusuf.
Yusuf – Çünkü benim tek işim seni sevmek.
 

 
   Tek aşık Yusuf değildi elbette. Ömer de aşıktı. Duru’nun D’sini iğneyle göğsüne kazıyıp illa kan akıtacak kadar. Rüstem de aşıktı. Elinde bir buket çiçekle mahallenin sokaklarını yürüyecek kadar. Pembe de aşıktı… Çekip gidecek kadar.
 
Tevfik – Ne dedi Duru?
Ömer – “Ömer” dedi. Hayatta hiç kimse adımı bu kadar güzel söyleyemez.

 
   Dizini sonunda Yusuf ‘un kitabı “çok satanlar” rafında yerini alamadı. Havva Ana’nın kızı gelmedi. Pembe hayatının aşkını bulamadı. Sabri usta başkalarının evleri için tuğla örmeye devam etti. Yusuf’un da dediği gibi;  “Tamam,  Bitti.  Bu tuhaf insanların öyküsü bundan sonra sizin içinizde sürecek. Yalnız kimseye iltimas geçmek yok, çünkü herkes payına düşeni yaşar.”


   Üzerinden yıllar geçmiş olsa da bizim içimizde sürdü bu insanların öyküsü.  Sürmeye de devam edecek. Böyle bir diziyi bizlerle  buluşturdukları için Yapımda, yayında emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.
 
 
 
 
Yusuf - 35 yaşındayım. Daha hiçbir şey yaşamadım ki ortasında olayım hayatın, ama kenarındayım o kesin. Hem de en kenarında, bizim mahalle gibi.
 
 

27 Ekim 2016 Perşembe

TÜRK DİZİLERİNİN UNUTULMAZ BABALARI


Daha önce yerli dizilerin hafızalarımıza kazınan annelerini kaleme almıştım. Anneleri yazıp, babaları es geçmek olmazdı. İşte yerli dizilerin unutulmaz babaları.

Not: Bu liste dibine kadar özneldir.

ALİ HAYDAR USTA (ŞENER ŞEN – İKİNCİ BAHAR)
İkinci Bahar dizisinin kebapçı Ali Haydar Usta’sı “baba” deyince zihnimizde canlanan figürün ete kemiğe bürünmüş haliydi adeta. Usta oyuncu Şener Şen tarafından hayat verilen Ali Haydar karısının ölümünden sonra üç kızını tek başına büyüten, aynı zamanda Hanım’ın çocuklarına hatta damatlarına dahi babalık eden, otoritesinin şefkatinin üzerine geçmesine izin vermeyen tam anlamıyla “koca yürekli” diye tabir edebileceğimiz bir baba izletti bizlere. Bu yüzdendir hatırladığımızda yüzümüze bir gülümseme yerleşmesinin sebebi.


ALİ RIZA TEKİN (HALİL ERGÜN – YAPRAK DÖKÜMÜ)
Tam 5 sezon süren Yaprak Dökümü dizsinde yaşanan onca olayın arkasında günden güne çökmekte olan bir babayı izledik aslında.  O despotluğunun kırılışını, her aldığı darbeden sonra içine kapanışını, suskunluğa gömülüşünü, hatta elden ayaktan düşüşünü gördük. Sonunda da el birliğiyle yıktılar dağ gibi adamı.  Halil Ergün yıllarca ekranlarda benzer baba rollerine hayat vermiş olsa da Ali Rıza Tekin en hafızalara kazınan dizi babası olarak kalacaktır muhtemelen.


FİKO (ŞEVKET ALTUĞ – SÜPER BABA)
 Baba olmayı “Süper Baba” dan daha güzel anlatan bir iş olmadı dizi tarihinde. Adının hakkını sonuna kadar veren bir babaydı Çengelköylü Fiko. Sadece iyi bir baba değil, hayırlı bir evlat, hayırlı bir kardeş, hatta Sürmene’den yanına getirdiği İstiklal gazisi dedesine hayırlı bir torundu da. Üç çocuğuna hem annelik hem babalık yapan, tüm maddi imkansızlıklara rağmen çocuklarının ihtiyaçlarını gidermek için elinden gelenin hep daha fazlasını yapmaya çalışan, gerektiğinde en sert, gerektiğinde en dost ve gerektiğinde de en iyi aşıktı Fiko. Aşık olduğu kadınlar hep güzeldi. Hepsi çok güzel gülerdi, hepsi de giderdi.  Neyse ki finalde Fiko Elif’in gitmesine izin vermemişti. Dizinin üzerinden 20 yıl geçmiş olsa dahi Fiko’nun da, Şevket Altuğ’un da, Süper Baba’nın da hatta Çengelköy’ün de bir jenerasyonun hafızalarında hala sıcaklığını koruduğundan şüphe yoktur.

İSKENDER (AHMET MÜMTAZ TAYLAN – LEYLA İLE MECNUN)
“Leyla ile Mecnun” efsanesinin unutulmayacak karakterlerinden biridir İskender. Eşi Pakize’nin gidişinden sonra Mecnun’a hem annelik, hem babalık hem de arkadaşlık etmişti. Hem de ne arkadaşlık… Mecnun’un Leyla’ları hep gitti. Fakat yerleri hep doldu ama bir an için İskender’in olmadığını varsaydığımızda hem Mecnun’un hayatında hem de dizide nasıl büyük boşluk olabileceğini düşündünüz mü hiç? İşte bu yüzden evin direği gibi, dizinin temel direğiydi İskender. O hem Mecnun’un babasıydı. Hem de tüm “Leyla ile Mecnun” izleyenlerin. Dizinin finalini izledikten sonra tüm izleyenlerin İskender’e duyduğu hayranlık daha da artmıştır şüphesiz. İsmail Abi’den, Erdal Bakkal’a herkesin hayal olduğu bir dünyada tek gerçek İskender’in “baba”lığıymış meğer.  

MUHTAR BEY  (CİHAT TAMER – MAHALLENİN MUHTARLARI)
90’lı yılların başından 2000’lı yıllara dek yayınlanan, mahalle dizisi deyince akla ilk gelen dizidir “Mahallenin Muhtarları”. Herkesin birbirinin yardımına koştuğu, ütopik bir mahallede yaşananlar anlatılırdı. Dizinin gürültülü, abartılı onca karakterinin arasında tüm gerçekliğiyle, tüm sakinliğiyle duran bir Muhtar Baba’mız  vardı. Herkes “Muhtar Bey”, “Muhtara Baba” dese de, elbette bir ismi vardı bu adamın.  Mahallenin bilmem kaç dönemlik muhtarıydı. Muhtarlığındaki eski radyosundan Türk Musikisi dinler, gelen mahalle sakinlerine ikametgah, nüfus sureti ve akıl verirdi. Sadece kızı Fadime’nin değil, Temel’in, Şirin’in tüm mahallelinin babasıydı Muhtar Bey. Bir babanın yaşayabileceği en büyük acıyı yaşatmışlardı bu güzel adama. Fadime’nin ölümünden sonra neyse ki, iğneci Handan hayat arkadaşı olmuştu da bir nebze olsun sevinmiştik Muhtar bey amcamıza. Yanlış hatırlamıyorsam Muhtar Bey’in adı’nın Orhan olduğunu da Handan hanımla olan nikahında öğrenmiştik.

NUSRET (SAVAŞ DİNÇEL – EKMEK TEKNESİ)
Bir döneme damga vuran “Ekmek Teknesi” dizisinde deli dolu 5 kızının, hatta mahallenin koca çınarıydı Nusret Baba. Fırıncıydı. Emekçiydi. Yalandan, riyadan, haramdan nefret eden “şerefli” bir babaydı. Savaş Dinçel 2007 yılında aramızdan ayrıldı, ama Türk izleyicisinin hafızalarına  yıllarca hatırlanacak, efsane bir baba karakteri bıraktı. Saygıyla ve özlemle anıyoruz.


POYRAZ KARAYEL (İLKER KALELİ – POYRAZ KARAYEL)
Listedeki en yeni karakter olmasının yanı sıra en genç baba figürü. Dizide yaratılan kirli dünyanın içinde inci tanesi gibi parlayan ve insanın içini ısıtan bir baba-oğul ilişkisinin ana kahramanı Poyraz. Oğlu Sinan’ı almak için hiç tereddüt etmeden kendini tehlikeli sulara atabilecek kadar gözükara. Her ne kadar Ayşegül’e olan aşkı dizinin merkezinde yer alsa da, Sinan’a olan sevgisi ve bağlılığı her şeyin üzerinde olan bir adam, bir baba. İlker Kaleli’nin güçlü oyunculuğuyla Sinan’a her sarıldığında bunu yine ve yeniden hissediyorsam mevzu tartışmaya kapalıdır.

SÜTÇÜ RAMİZ (ERDAL ÖZYAĞCILAR – ELVEDA RUMELİ)
Bir diğer deyişle “Sütci Ramiz” Erdal Özyağcılar’ın kudretli oyunculuğuyla hafızalara kazınan, kızçelerine olan sevgisini dibine kadar gösteren, “baba sıcaklığının” vücut bulmuş halidir nazarımda Ramiz. Sert görünmeye çalışsa da yüreğinin yumuşaklığını fark etmek için kızlarına nasıl baktığını görmek yeterlidir. Tanrı ile yaptığı konuşmalar ve Vahide’nin öldüğü sahnedeki gözyaşları “Sütçü Ramiz” deyince aklıma ilk gelen ve tazeliğini hep korumak istediğin kareler olarak kalacak.

TAHSİN SÜTÇÜOĞLU( GAZANFER ÖZCAN – AVRUPA YAKASI)
Artık izleyemediğimiz, özlediğimiz ve saygıyla andığımız isimlerden biri de Gazanfer Özcan. Seksenli yıllarda  “Hüsnü Kuruntu” tiplemesiyle hafızlarda yer etmiş olsa da onu yeni jenerasyonun tanıması, sevmesi kuşkusuz “Avrupa Yakası” ile olmuştur. Sütçüoğlu ailesinin babasıydı Tahsin Sütçüoğlu. Genelde sakin, oturaklı, tatlı bir ihtiyardı. Oruçluyken sinirlenen, sinirlenince kekeleyen bu ihtiyarı hepimiz çok sevdik.








VAHİT EMMİ (ENGİN ALKN – YEDİ NUMARA)

TRT’nin bugüne kadar yaptığı en iyi şey; 2000’li yılların başında “Yedi Numara” adlı diziyi seyirciyle buluşturmasıdır. Mizah olarak şu dönemin işlerinin bile çok üzerinde olan, izledikten sonra sıcaklığı hiçbir dizide bulunmayan rahatlıkla “efsane” diyebileceğim bir işti “Yedi Numara” Vahit Emmi de bu dizinin baba figürüydü. Kendisi biyolojik olarak bir baba değildi,  ama başta yeğenlerinin sonra da alt katında yaşayan öğrenci kızların babaları yerine koyduğuydu. Huysuzluğunun, aksiliğinin yanı sıra kiracısı gençleri koruyup kollamasıyla, şefkatiyle, gerektiğinde anlattığı hikayelerle onlara inceden verdiği nasihatlerle, iyi bir komşudan öteydi Vahit Emmi. Bu yüzdende izlediğim bir çok baba karakterinden daha da baba olduğu için bu listeye almayı uygun gördüm.

 

9 Ekim 2016 Pazar

Familya


 

Uğur Yücel’e  ve aile dizilerine olan sempatim sebebiyle bu sezon merakla beklediğim sayılı işlerden biriydi Familya. Uğur Yücel’in emsal dizileri “Canım Ailem” ve “Aramızda Kalsın” sıcaklığından ve samimiyetinden biraz uzak olsa da, mizah dili açısından onlardan bir tık daha iyi diyebilirim. Tabi ki bunun başlıca sebebi Uğraş Güneş’in kalemi. Özellikle ikinci bölümle birlikte hem karakterlerin hem de  dizinin mizah ayağının daha sağlam oturduğu aşikar.

Uğur Yücel’i antipatik denilebilecek bir baba olarak görme keyfinin yanında Güven Kıraç’ı alışılmış bir karakter olarak görmek irrite etmedi diyemem. Neyse ki, diğer yan karakterler güzel çizilmiş. Genç kadroda  Erkan Kolçak Köstendil, Aybüke Pusat ve Sezer Avcı gayet oturmuş. Dizide kullanılan mekanlar iç açıcı. Bu yüzden beldenin sokaklarını, çarşısını, denizini daha çok görmek isterim.

 
Gelelim beğenmediğim noktalara.;
Namık gibi, Vedat gibi bazı karakterlerin abartılı oluşu ilk bakışta büyük rahatsızlık vermese de uzun vadede büyük handikap.
Öte yandan Hare, karakterin sıkıcılığı oyuncunun da heyecansızlığı ile birleşince yekten çekilmez bir karaktere dönüşüyor.
Efkar karakterinin aforizmalarını ilk iki bölümde beğensem de, her hafta hayata dair cümleler kurma çabası bir süre sonra zorlama etkisi yaratacak gibi. Üçüncü bölümde hissettiğim buydu açıkçası. –Gerçi üçüncü bölümün genelinde bir zorlama, vakit doldurma çabası hakimdi. - Ayrıca Efkar karakterini canlandıran oyuncu gerek fiziği, gerek ses tonu gerekse kabiliyetiyle  dikkat çekse de Efkar karakteri için biraz genç değil mi?
 
 
Kafama takılan bir diğer nokta da Yaşar’ın evlatlarına kendisini affettirdikten sonra –er geç olacak olan bu- senaryonun ilerleyeceği yol ne olacak? Umarım sıradanlaşmaya mahal vermeden  sürpriz kapılar ve yollar açılabilir.

Kıssadan hisse, dram sosu dozunda kullanılır ve abartıdan kaçınılırsa keyifle izlemelik, tatlı bir dizi olacaktır.

7 Ekim 2016 Cuma

Kiralık Aşk - Yeni Sezon

Kiralık Aşk'ı bilmeyen var mıdır?




Ben en başından beri biliyordum ama izlemiyordum.
Sonra baktım çok konuşuluyor, bi bakayım dedim, o haftanın bölümünden başladım izlemeye.
Bi nevi hikayenin ortasından dalmış oldum. Sonra dönüp önceki bölümlerini de izledim.

Bu yazıya yeni sezonun ilk bölümünde başladım ama tamamlayamadığım için birazcık gecikti. 
Üzerine bi bölüm daha gelmeden paylaşayım dedim.
Hazır Kiralık Aşk günüyken, izleyeceklere ufak bi özet olur diye düşündüm.
Şimdi bu kısma bi ara verelim ve değişenlere şöyle bi bakalım.




1 yıl geçmiş.
Defne ilk sahnelerde hayatına devam etmiş, kendini toparlamış imajı çiziyor. Geçen zamanda Logistik müdürü olmuş bizim esas kız. Stil vagonu adlı şirkette çalışıyor.

Ömer ise kimseyle görüşmüyor, herkesten uzak Roma'da yaşıyor.
Roma sahneleri ne kadar güzeldi öyle. (bi sürü kalp)
Kendimi yeniden orada hissettirdi bana. Benim için çok güzel dakikalardı.
Neyse konumuza dönelim :) 

Necmi ve Sude Amerika'da.
Neriman Koriş'e butik açmış ve bir aradalar.
Bu zamana kadar hiç haberimiz olmayan Neriman'ın kardeşi Leyla ve yeğeni Pamir ortaya çıkıyor. (birden ortaya çıkan akrabalar :P )
Girişleri oldukça hızlı oluyor. Neriman yeğenine Ceo olmasını teklif ediyor. Tabi bunun altındaki asıl nedeni sonra anlıyoruz. Neriman Hulusi bey'in (Kara Mamba'nın) mirasını Defne'ye bırakacağını öğrenince tarih tekerrür ediyor ve Pamir'le yeni bir ''kiralık aşk'' planlıyor.
Neriman'ın hatasından ders almadığını görmek beni çok üzdü açıkcası.

Sinan & Ömer karşılaşması beni oldukça etkiledi.
Bir yıl sonra yapılan bu konuşma, Ömer'in düşünceleri, hata yaptığını söylemesi, 
aşk ve gurur arasındaki seçimi, Sinan'ı anladığını söylemesi, 
kaybettiğini düşünmesi ve 
"Yerimde olsaydı Defne beni terk etmezdi" cümlesi oldukça anlamlı. 
Bu konuşma esnasında anlıyoruz ki, Sinan & Yasemin evlenmişler ve boşanmışlar.
Olaylar oldukça hızlı geliyor tabi. Biraz anlama güçlüğü yaşadım ben şahsen.


Sinan'ın Ömer'e ulaşmasının sebebine geliyoruz şimdi. Passionis iflasta, Sinan dönmek ve toparlanmak istiyor. Ömer ile yurda dönüyorlar. :)
Eski ekip bi şekilde toparlanıyor.
Deniz ve Ömer karşılaşmasından anlıyoruz ki bu sezonda da aralarındaki çekişmeyi izleyeceğiz.
Ömer'in eski müşterisine yaptığı etkileyici ''ikinci şans'' şovunu siz de benim kadar beğendiniz mi?
Müşteri masayı satın aldı ya hu :) 

Aytekin (Serkan Dağlı) ve Defne'nin eğlenceli diyalogları beni gülümsetti. 
Onları izlemek keyifli olacağa benziyor. 

Seda & Sinan karşılaşması hemen kafalarda bi şimşek etkisi yaratmadı mı?  Muhtemel aşk! :)

Nihan ve Serdar: Lokanta açmışlar. İso bebek ne kadar tatlı öyle :)
İso ve yeni kız Ayşegül'ün karşılaşması da yeni sezonun ilk bölümüne tazelik katmış.

vee 53. Bölümün sonu; 
Defne & Ömer karşılaşıyor... :) Fazla söze gerek yok diye düşünüyorum.

Kısacık bir 54'e de değineyim toparlamak adına.
Karşılaşmadan sonra beklenilen tepkiler ortaya çıkıyor aslında.
Ömer'in Defne'yi yeniden isteyeceği belliydi bi nevi, 
bu noktada beni daha çok ilgilendiren Defne oldu. 
En başından beri kolay olmayan hayatı, yine kolay olmayan bi dönemece girdi.
Takındığı tavırlar tamamen bi duvardan ibaret, Ömer biraz daha ileri gitse, sabrı zorlanacak ve duvarı yıkılacak hissini veriyor bana. 
Bir de Pamir faktörü var artık hayatında.
Aslına bakarsanız her ne kadar artık Defne üzülmesin istesem de, 
yeni başlamış, yeniden başlamış bi hikayenin içinde yaşanacak gitgelleri, 
geçmişin izlerini, "kiralık aşk'ı" ve daha fazlasını izleyeceğiz, biliyorum...


Şimdilik benden bu kadar, akşam izleyeceklere iyi seyirler dilerim. :)

***


instagram: @elifsblue
twitter: @esentuerk 











4 Ekim 2016 Salı

'Gölge' lerin gücü adına!

‘Ve sisler içinde o kız çıktı karşıma. Onu gördüğüm anda biliyordum, bendeki eksik bir şeyleri tamamladığı için değil, onunla birlikteyken kendimden daha güzel, daha eğlenceli biri haline geldiğim için onu seveceğimi, çok seveceğimi biliyordum.’

Tuna;
Bazen bir elma yerken boğazınızın düğümlenip farkında olmadan gözyaşınızın akmasıdır ya da bazen bir yetimhanede geçmişini sevdiği kıza anlatandır Tuna. 
Belki de bir otel odasında sevdiği kızın omuzunda birlikte sabahlamayı göze alandır Tuna.  

Bölüm kahramanı Tuna; gerçi her bölüm kahramanımdır kendisi.
Böyle bir karakteri Yiğit Kirazcı’nın oynaması ayrı bir güzel olmuş. Her bölüm kendisine daha bir hayran oluyorum. Karaokede Deniz şarkı söylerken ki hayran bakmaları, dans ederken ki halleri sevilmeye yeter bile.

İnsan hüzün ve mutluluğu bir arada buluyor Deniz ve Tuna’yı izlerken. Yetimhane sahnesinde Gölge’yi anlatırken ki burukluğu içimde hissettim. Yüzüne dokunulması ile kendisini Deniz’in ellerinin sıcaklığında bulup gözlerini kapatan Tuna’ya ayrı bir kalp. Duvarda kendi gölgelerini izleyen Deniz ve Tuna çok güzeldiler.
  
*Her ne kadar Yiğit Balcı güzel şarkı söylese de Tuna'nın dansını kıskandı bence :) 


Gökhan'ın sesi gerçekten çok hoşmuş. Şarkı da çok manidar yalnız; sensiz olmuyor, yerine konmuyor..
İrem de seçtiği şarkı ile bencilliğini konuşturdu.
  
Deniz Aslan;
Nasıl güzel seviliyor, nasıl güzel seviyor..
En iyi arkadaşı için kendi aşkından vazgeçen Deniz..(İrem’in kendisine yaptığı ihanetleri tek tek öğrenince vereceği tepkileri çok merak ediyorum. Büyük bir yıkıma uğrayacağı kesin.)
Seçtiği şarkı ile çektiği acısını yansıtan bir Deniz Aslan vardı sahnede. 
Yiğit şarkı söylerken kapılıp giden bir Deniz vardı.
Tuna'nın dansına mutlulukla eşlik eden Deniz'e bayıldım. Bu ikisi gerçekten efsane bir çift olur aslında.
Tuna'nın yetimhanede büyüdüğüne şaşırıp üzülen, anlattıklarına ağlayan Deniz.
Nasıl hisli bir insansın sen.


Giderken bile dağıtmadan, sessizce gidiyor Tuna. Tıpkı sessizce sevdiği gibi. Kendi içinde yaşadığı aşkı büyütüp taşıyamayacağını anlayınca gitti.
Ve geri döndüğünde nasıl bir Tuna ile karşılaşacağız çok merak ediyorum. Gerçi tüm soruların cevabını bulup dönen bir Tuna göreceğimiz kesin.
Aşkından vazgeçmeyen bir Tuna görmeyi istiyorum.
Döndüğünde tek başına değil de; büyüttüğü aşkı ikiye bölmesi dileği ile.
Umarım içindeki aşkın hiç bitmez Tuna Ertürk <3

 *Tuna'nın vedası :(

Sevgili Maykıl,

Gidişim ani oldu farkındayım. Sana bir şey söylemedim.. ama seninle konuşsaydım.. Gidemezdim. Başka çarem yoktu. Bir süre buralardan uzak kalacağım. İyi de niye? Diye sorduğunu duyar gibiyim. Makineyi restart’ lamaya ihtiyacım var. Zira artık makine beni kasıyor. Bir aç kapa yaparsam, belki kendime geleceğim. Hah bide kendimi aşk için yalvaran bir adam olarak görmekten hoşlanmadığımı fark ettim.  Bu oyunda ikiden fazla insan var. Ve ben tüm bu olan biteni algılayıp idrak edebilecek kadar zeki değilim.

''Bir insanın asıl meselesi amaçsızlık değildir, çok amacının olmasıdır.''

 Sadeleşmem gerekiyor. Hayatla ilgili isteklerimi azaltmam lazım. Ve işler karıştıysa bir gezginin tek bir çözümü vardır. Gitmek..

İnsanlar hata yaparlar ve sık sık da pişman olurlar. Hiçbir zaman mutlu olamayacaklarını bildikleri halde hayal kurmaktan vazgeçmezler. Kurtulmak için asıldıkları ipin boyunlarına bağlı olduğunu bilmezler.

Gece sessizdir ve artık kalbi engelleyecek hiç bir şey kalmamıştır. Gece gibi bi yere gideceğim. Kendimden başka kimse olmayacak ve bütün soruların cevaplarını bulmadan dönmeyeceğim.



instagram: @gulkcbyk
twitter: @glkcbyk

21 Eylül 2016 Çarşamba

Kimsin Sen?



Seviyor Sevmiyor 10. Bölüm



Farzedin şuraya dev puntolarla Tuna yazmışım.
İzlerken tweet attım:
''Tuna gibi bir-iki insan daha olsa, dünya daha yaşanılır olurdu sanki.''
Alış-verişteki eğlenceli hallerinden sonra onu çocuklarla birlikte görmek, 
o içtenliği, o duygulu halleri ve flashback ile ona dair 
bir gerçeği; Gölge isminin nereden geldiğini 
öğrendiğimiz o sahnelere #efsane etiketi koyuyorum.
Bütün bölüm bi yana, Tuna sahneleri bi yana.
Kesin, net.

#kimsinsen  bölüm etiketiyle oldukça uyumlu akan bir hikaye izledik bu hafta. 
Yiğit'e gittikçe ısınıyoruz, kendini açtıkça/ anlattıkça onu tanıyoruz.
Artık daha doğal, daha yaşayan bir karakter o. 
Beni rahatsız eden, senaristlerin bazı detayları göz önünde bulundurmaması. 
(Eğer altından başka bir şey çıkmayacaksa)
Neşe'nin bile yıllıktan okuduğu bilgiler doğrultusunda Deniz Aslan'ı kurcalaması, 
(Yiğit'ten gerekli cevabı almasına rağmen) 
yakaladığı ''Pamuk'' detayı ile Deniz'i test etmesi 
ve sonucunda İrem'e gidip bir tuhaflık olduğunu çözmesi bi bölümü kapsayan bir olay.
Yiğit kendini tamamen Deniz'i buldum diye kandırıp
aslında görebileceği gerçeği gözden kaçırıyor.
Bunun en büyük örneği Deniz'in doğum günü olsa gerek, değil mi?
Çocukluğundaki Deniz'e bu kadar bağlı olan Yiğit, nasıl oluyorda onun doğum gününü hatırlamıyor? 
Ben bunu uzun bir süre sorguladım. 
11. Bölüm fragmanını izledim ve bu bir kez daha kafamı kurcaladı. 
Yiğit'in babası geliyor, geldiği gibi bunu fark ediyor. 
İlginç. 

Gelelim İrem'e; Deniz'in yaptıklarının altında daha çok ezilecek. 
İlk aşkını yaşamak uğruna Deniz'i kandırmayı göze aldı almasına 
ama vicdanı rahat değil elbette.
Bu yüzden bir gitgel içinde, 
Yiğit ona yakınlaşmaya çalıştıkça kaçıyor ve bu durum yakında ayağına dolanacak.


Deniz...

Şöyle bi duralım hep beraber, düşünelim.

 Hangimiz onun gibi yapmıyoruz?
Hangimiz bu mutluluk oyununu oynamıyoruz?
''Ben iyiyim'' diyerek kendimizi avutmuyor muyuz?
Biri bize kendimizi hatırlattığında onun gibi tepkiler vermiyor muyuz biz de?
Bazen sevdiklerimizi üzmemek için onlara ''unuttuk'' demiyor muyuz?
Sonra kendimizi kandırdığımızı en acı biçimde anlıyoruz, 
işte o zaman hepimize 
en başa koyduğum sahnedeki sarılıştan, sahiplenişten gerekiyor.

Ne diyor Tuna?

''Tamam mutsuzsun ama yalnız değilsin!
Ben yanındayım. Senin yaralarını beraber sararız belki?''



Seviyor Sevmiyor her Pazar 20'de Atv ekranlarında.
Görsel atv.com.tr'den alıntıdır.



instagram: @elifsblue
twitter: @esentuerk










18 Eylül 2016 Pazar

GONCAGÜL SUNAR

Henüz çocuk yaşımda her Salı akşamı ekrandan gördüğüm bir yüzdü. Yaşım kaçtı hatırlamıyorum. 5 6 yaş civarı diyelim.   O zamanki aklımla oldukça komik bulduğum, 25 yaşımda bende uyandıracağı tek hissin “nostaljik” olacağı bir mahalle dizisinde gözüme çarpmıştı. Kahverengi, uzun ve dalgalı saçlı kız. Yıllar sonra oluşacak uzun ve dalgalı saç takıntımın ilk sinyalleri daha o zaman verilmiş aslında-  Evet, uzun ve dalgalı saçları vardı.  Doğal olarak sevmeliydim. Birde giydiği kalın kazaklar kazınmış hafızama. Dizideki onca karikatürize, karakter arasında en normal, en sakin, belki de en sıradanıydı bu uzun ve dalgalı saçlı kız.  Farklıydı. daha da sevmeliydim. Elinden düşmeyen ders kitaplarıyla, dilinden düşmeyen “usta”sıyla bir süre sonra diziyi izleme sebeplerim arasında zirveye oynamıştı. Yıllarca sürmüştü dizi. Uzun ve dalgalı saçlı kız mezun oldu. Sevindim. Öğretmen oldu. Sevindim. Ancak bir sorun vardı, uzatmalı eczacı sevgilisiyle bir türlü evlenmiyorlardı.  Dizideki diğer karakterler evlenip, çoluk çocuğa karışırken uzun ve dalgalı saçlı kıza bu mutluluğu çok görüyorlardı. Sonra bitti dizi ve uzun ve dalgalı saçlı kızın bir yuva kuramamış olmasının üzüntüsü kaldı içimde çocuk aklımla.
Aradan az bir zaman geçti. Bir akşam ortalığı kasıp kavuran  Konak’lı diziyi izliyordu ev ahalisi. Kaçıncı bölüm olduğunu bilmiyorum, konağın mutfağında senkronize olarak yemek ve dedikodu yaparken ilişmişti gözüme. Fakat uzun ve dalgalı saçları gitmişti. Başında yemenisi, yemenisinin altından görünen kızıl saçları vardı. Şaşırmıştım önce, ama bu şaşkınlık kısa sürede onu yeniden ekranda görmenin ve görecek olmanın verdiği mutluluğa dönüşmüştü. Üniversiteli Goncagül gitmişti artık, yerine yemenisiyle ve yüzündeki hınzır gülümsemesiyle Hayriye gelmişti. Üstelik bu sefer daha komikti. Sevmeliydim. Bir akşam bir programda Konak’ın Hayriye’si elinde gitarıyla şarkı söylüyordu. Şarkı söylüyordu  ve sesi su gibiydi. Daha da sevmeliydim.  Asmalı Konak efsanesi bitti. Hayriye evlendi, çocuğu oldu. Bu sefer mutlu bırakmış olmanın verdiği rahatlıkla gözüm arkada değildi. :)
Birkaç yıl geçti aradan. Artık 14 yaşında koskoca bir ergendim. Sıcaktan buharlaşmak üzere olduğumu hatırladığım bir akşamıtelevizyondan tanıdık bir ses duyuldu.  Ekrana bakınca elinde mikrofonuyla pavyonda şarkı söyleyen kadını tanımam zor olmamıştı. Yine bambaşka bir kadın olarak çıkmıştı karşıma. Yine aynı şaşkınlık. Yine aynı mutluluk. O şarkısını söylerken, efkârı, kırgınlığı, küskünlüğü ve aşkı dökülüyordu odanın orta yerine. Hikayesini bilmiyordum, ama kallavi bir hikayesi olduğu aşikardı.  Elinde mikrofonuyla sahnede “Dert Bende” diyordu.  Evet,  kocaman gülümsüyordu ama belliydi. Dert ondaydı. Sultan’ın da dediği gibi; Yalandan kahkahayı iyi kıvırırdı çünkü Canan.   Esas adı Emine’ydi. Canan sahne adıydı. Kendi deyimiyle, akşamları o kerevetten bozma sahnede şarkı söyleyen, masalara meze olan kızdı Canan. Tek yapabildiğiyse umut etmekti. Ne yazık ki umutları da, hayalleri de bir bir kayıp gitti ellerinden. Her bölüm daha da dağladı yüreğimizi. Dizinin finalinde ise tüm kaybetmişliğiyle çıkmıştı karşıma. Canan’a öyle güzel can vermişti ki… Artık bu kadının oyunculuğundaki kudreti görmüştüm. Sevmek yetmezdi. Hayran olunmalıydı ve daha sonra bürüneceği tüm kadınlar heyecanla beklenmeliydi.  O artık benim için sadece Uzun ve dalgalı saçlı kız, Hayriye ya da Canan değil Goncagül Sunar’dı.
Dizinin bitişini takip eden yazın sonunda yeni bir diziyle geliyordu Goncagül Sunar. Güz Yangını. İlk kez, hayat vereceği bir kadının hikâyesine en başından tanık olacaktım. Nihayetinde tanıştık Zülal’le. Kocasını aldatan, kibirli, gizemli ve entrika çevirmeye oldukça müsait bir kadındı Zülal. Keyifle izlenilesiydi yani, ama kısa sürmüştü dizinin ekran ömrü. Zülal’le vedalaşamamıştım bile.
Ardından en sevdiğim karakterlerden biri olan, saf Karadeniz kızı İklima,  sonra,  kıskanç gelin Rukiye, Cevher Hatun ve daha birçok farklı kadın olarak çıktı karşıma. Hepsini aldım ayrı bir köşeye koydum.  Kısacası, o her defasında yeni bir karakteri üzerine bir kıyafet gibi giydikçe,  “Sakın Korkma” , “Aşk Aldatır” dedikçe ben onu kat be kat büyüyen bir hayranlıkla izledim, dinledim.  
3 yıl kadar önce, belki de İzmir’in tarihindeki en soğuk gecelerden birinde, yüzünde tüm şehrin havasını ısıtacak kadar sıcak bir gülümsemeyle, kulisinde beni karşıladığı an bir gün teşekkür mahiyetinde bu yazıyı yazmayı kendime borç bildim ve bugün,  naçizane bir doğum günü hediyesi olarak bu yazıyı yazdım. Nice nice güzel, mutlu yıllara hayranı olduğum güzel insan.

twitter: @onem_onur


9 Eylül 2016 Cuma

ARKADAŞLAR İYİDİR



ARKADAŞLAR İYİDİR


Gençlik dizilerine karşı büyük antipati beslememe rağmen  o “arkadaş” şarkılı fragmanla adeta beni kendine çağırdı bu dizi. Fragmanda daha önce çekilmiş gençlik dizilerinden çokta farklı bir şey yoktu esasen ama o şarkı yok mu o şarkı. İnsanın içine, derinlerine işlemeyi başarabilen ender şarkılardan biri.  Eski arkadaşlıkları,  birbirinden kopmuş, savrulmuş  ama akla geldikçe buruk bir gülümsemeyle anılan o arkadaşlıkları daha güzel anlatan bir şarkı yoktur sanıyorum. İşte bu şarkının sihiriyle diziyi izlemeye karar verdim. Gençlik dizilerine karşı duyduğum antipatiye sebebiyet veren bir çok klişeyi göreceğimi bile bile üstelik.
Dizinin daha ilk dakikalarında Gizem’in babasının ölümüyle hikaye farklı bir konu üzerinden ilerleyeceğini bizlere gösterdi. Gizem ile Seda’nın yıllar sonraki karşılaşmalarını hiçte candan bir karşılaşma olmayacağını tahmin etmiyordum. Özellikle de Gizem açısından. Nitekim öyle de oldu.  Gizem babasının ölümüyle resmen dağılmış. Tüm hayatı alt üst olmuş. Üstelik kendisinden daha büyük dağılan, hatta darma duman olan annesini toparlama derdinde. Kısacası bir anda büyümüş Gizem. Seda ile yaptıkları balık muhabbeti de bunu çok iyi bir şekilde anlatıyordu. İlk bölümün en sevdiğim diyaloğu diyebilirim. Gizem her ne kadar dizinin kötü karakteri gibi görünse de hikayede izlemesi en keyifli karakter o bana göre. Kısacası bu intikam soslu arkadaşlığı ben sevdim. Tek kaygım Gizem’in bir şekilde pişmanlık duyması, Hikayenin Polyannası Seda tarafından affedilmesi ve çok çabuk iyiler tarafına geçmesi. Ben uzunca bir süre daha Gizem’in oyunlarını izlemeyi istiyorum.
                Gelelim diğer karakterlere; henüz beni Gizem kadar çeken bir karakter olmadı. Zaten Seda ve Yunus edindiğimiz kadarıyla düz karakterler. Eren karakterinin hikayesi de oldukça ilgi çekici. Çocuk oyuncu dramı daha önce işlenmemiş bir konu.  Özellikle bu konuya değinilmesi takdirimi kazandı. Fakat oyuncunun yetersizliğinden  olsa gerek Eren’in dramı beni çok içine çekmedi. Eren karakterine henüz inanmış ve ısınmış değilim. Tabi bunda  Eren karakterinin, yazının ilk satırlarında bahsetmiş olduğum gençlik dizisi klişelerinden biri olan “atarlı genç” rolünü üstlenmiş olmasının da payı büyük. Gelelim Merve’ye. Oyunculuk olarak genç kadro içinde resmen ışıldıyor Hayal Köseoğlu. Enerjisi ve doğallığıyla ilk bölümde beni kendisine hayran bıraktı diyebilirim. Merve hikayenin eğlenceli kızı ama onun hayatı da kolay denemez.  Kilo problemi, annesiyle çatışması ve Yunus’a olan aşkı ilgimi fazlasıyla çekti. Aşk demişken, işte en büyük rahatsızlık duyduğum klişelerden biri de bu. Dört kişilik bir arkadaş grubu içinde üç platonik aşk biraz fazla değil mi sizce de? Gençlik dizilerinin en büyük handikabı tam da bu sanırım. Velhasıl kelam içinde klişeler barındırsa da, farklı ve sağlam hikayeleri bulunan güzel bir iş olmuş “Arkadaşlar İyidir” Yolu açık, reytingi bol olsun.

twitter: @onem_onur